İBB Şehir Tiyatroları...YENİ OYUN RÜSTEMOĞLU CEMAL'İN TUHAF HİKÂYESİ!

İBB Şehir Tiyatroları...YENİ OYUN RÜSTEMOĞLU CEMAL'İN TUHAF HİKÂYESİ!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Cengiz Toraman’ın yazıp yönettiği Rüstemoğlu Cemal'in Tuhaf Hikâyesi adlı oyunu seyirciyle buluşturuyor.

Oyun, 10 Kasım 2020 tarihinde Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde ilk gösterimini yapıyor. 

Oyun Konusu:

Demirci ustası Rüstem’in oğlu Cemal’in, Girit’te başlayıp İstanbul’da son bulan “tuhaf” hikâyesi, meddah üslubuyla modern tiyatronun teknik olanakları birleştirilerek anlatılıyor.

Oyunun yazarı ve yönetmeni Cengiz Toraman oyuna dair şunları vurguluyor:

“Birincisi Rüstemoğlu Cemal'in Tuhaf Hikâyesi oyununun, oyunculuk açısından, yazdığım en zor metinlerden biri olduğudur.

Çünkü sahne üzerinde "anlatmak" ve "olmak" denklemi içinde saf bir tiyatro deneyimine varmak her babayiğidin harcı değildir.

Seyirciyle kurulan dolaysız, içten, güler yüzlü iletişimin şenlikli bir deneyime, doyurucu, inandırıcı bir yaşantıya evrilmesi ancak yetenekli sanatçıların ve işinin ustası bir teknik ekibin ortak çalışmasına bağlıdır.

Bu nedenle böyle bir oyunu yapmaya kalkışmak oyuncusundan tekniğine, yöneticisinden yaratıcı kadrolarına kadar bir grup "çılgın" insanın aklına, gönlüne, emeğine ihtiyaç duyar.

Çok şükür, bu oyunda ezberini bozmaktan korkmayan, yüreğini çekinmeden ortaya koyan, güler yüzlü, harika insanlardan oluşan bir grup çılgınla çalışma olanağı buldum. Her birine ayrı ayrı teşekkür ederim.

Gelelim Rüstemoğlu Cemal'in Tuhaf Hikâyesi oyunuyla ilgili vurgulamak istediğim ikinci önemli noktaya.

Bu oyunla birlikte siz değerli seyircilerimiz can dostum Levent Üzümcü ile yıllar sonra yeniden İstanbul Şehir Tiyatroları sahnesinde buluşacaksınız.”

Sahne-kostüm tasarımını Duygu Can-Janset Kaplan’ın, ışık tasarımını Fatih Mehmet Haroğlu’nun, efekt tasarımını Kadir Arlı’nın, koreografisini Volkan Ayhan’ın, fotoğraflarını Nesrin Kadıoğlu’nun çektiği oyunda Esen Koçer, Levent Üzümcü rol alıyor.

Oyun, 12, 14 Kasım 2020 tarihlerinde Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde, 21 Kasım 2020 tarihinde Kağıthane Sadabad Sahnesi’nde.

LEVENT ÜZÜMCÜ:

“Kendimi İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun bir çivisi olarak görüyorum”

Beş yıllık bir aradan sonra ilk kez Şehir Tiyatroları seyircisi ile buluşuyorsun. Duygularını almak isterim.

Gönüllü bir ayrılık değil. Ben her zaman bunu söyledim.

Ben burada Levent Üzümcü tanınırlığında bir aktörün o zamanın parasıyla on liraya beş liraya bir oyun seyredebilmesini önemsiyorum.

Bazı şeyler lafta olmaz. Ben buna gerçekten inanıyorum. Çünkü özel tiyatro yapıyorum dışarıda uzun zamandır.

Özel tiyatroda bir oyun seksen, yüz lira aralığında satılıyor.

Elbette alım gücü olanların sırtladığı bir gişeyle yaşıyoruz biz de. Onlar gelip bizim oyunumuzu seyrediyorlar, biz de oradan kazandığımız parayla hayatımızı idame ettiriyoruz.

Yeni oyunlarımıza alan açıyoruz, finans sağlıyoruz.

Ama burada şehir tiyatrosu seyircisi devletin ya da kamunun bir görevi olarak, biletlerini çok daha ucuza satıp seyircisiyle buluşabiliyor.

Şehir tiyatroları yıllarca bir okul olmuştur.

Ve genelde tanınan, şöhreti yakalayan aktörler bırakırlar kurumu.

Tabii ki kalanlar da vardır. Ben kalmayı tercih ettim. Kalış nedenim de tamamen buydu.

Bu iş gönül işidir ve zor bir iştir. Şimdi tiyatroda görüyorum, o kadar fazla insan geri dönüşümün bir umut olduğunu söylüyor ki…

İstanbul Şehir Tiyatroları seyircisiyle de bir anlamda özlem gidereceksiniz!..

Şehir tiyatrosuna bir özlem var. Şehir tiyatrosunun seyircisine bir özlem var.

Dışarıda çok özel tiyatro yaptım. Buradaki seyirci sıcaklığının çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum.

Ben her zaman söyledim, kendimi şehir tiyatrolarının çivisi olarak görüyorum.

Bir parçasıyım ben buranın. Ve ne kadar haklı olduğumu da şimdi anlıyorum.

Gelmek dönmek çok zor... Ama ben o kadar kolay geri döndüm ki, bu da benim hiç kopmadığımın bir göstergesi galiba.

Zaten bizlerin de bu tiyatrodan bertaraf edilmesi, şimdi binaların kolonlarını kesiyorlar da bina yıkılıyor ya, tiyatronun da kolonlarını kesmek için yapmışlar.

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi, Girit’te başlayan İstanbul’dan Çanakkale Savaşı’na uzanan, tek kişinin anlattığı ama çok fazla karakterin hikâyesini dinlediğimiz bir oyun.

Siz hangi karaktere kendinizi yakın hissettiniz?

Anlatıcıyım ben. O karakterlerin herhangi biriyle özdeşleştirmiyorum kendimi.

O karakterlerin içine giriyorum, çıkıyorum ve hepsini hakkıyla oynamaya çalışıyorum.

Farklı insanlar var. Ayı Süleyman var, Halil Çavuş var, çok fazla insan giriyor çıkıyor.

Herkesin bir hayatı, anlatıcının üzerinden anlattığı kendi davası var. O çok hoşuma gidiyor.

Ama asıl olan anlatıcı. Seviyorum anlatıcıyı…

Geleneksel tiyatronun bir formu aslında meddah… Bu türe bir aşinalığınız var mıydı önceden?

İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan zorunlu olarak ayrıldığım dönemde rol aldığım “Anlatılan Senin Hikâyendir” de aslında meddah tarzında bir oyun.

Ve 350 oyundur, bu oyunu seyirciyle buluşturuyoruz. Ama Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi, zor bir metin…

Burada anlatıcı var, kişilerin içine girip çıkıyor ve anlatıcı oyuncu olarak ben varım.

Osmanlı’nın son döneminde geçen oyunda, umut, güçlü bir duygu olarak öne çıkıyor? Ne dersiniz?

Oyunun sonunda onu söylüyor. “Bir kurtarıcı arıyorsan eğer, içindeki cana bak” diyor. Önemli bu.

Oyunumuzun yazarı ve yönetmeni Cengiz Toraman’la son zamanlardaki konuşmalarımızda umuttan daha ziyade inattan bahsediyoruz. İnat daha başka bir şey…

Umut zaten merkezde olması gereken bir şey fakat inat daha çok önemli diye düşünüyoruz.

Rüstemoğlu Cemal’in hikâyesi neden tuhaf?  

Tuhaf bir hikâye bu… Rüstem’in ve oğlu Cemal’in yaşadıkları, gerçekten tuhaf şeyler.

Çocukluğundan beri Aşil olmak isteyen ve Hektor’unu arayan biri var.

Ama fark ediyor ki, hikâyenin sonunda… Başka bir insan olmak isterken başka bir insana dönüşüyor.

Oyundaki karakterlerin hepsi çok önemli… Onların sıcaklıkları, birliktelikleri bütün oyunda bana her zaman çok sıradan ama çok tuhaf geldi.

Neler geliyor başlarına. Gemiyi patlatıyor, Teşkilat-ı Mahsusa’ya giriyor.

Burada Cemal’in Çanakkale’ye asker olarak gönüllü gittiğini görüyoruz. Bunlar tuhaflık zincirinin bir parçası…

Geri planda çok güzel, uyumlu, farklılıkların kaynaştığı bir toplum yapısı dikkat çekiyor. Girit’te ne güzel bir toplum karşılıyor bizi o yüzyılda!..

Beyoğlu da öyle değil mi; “Çıktırmam Beyoğlu’na hanımlar, beyler, kopiller…

Yetmiş iki milletten insan birbiriyle kaynaşmış selam eder” Hem buranın güzelliğinden, kaynaşmasından bahsediyoruz.

“Anlatılan Senin Hikâyendir” de üzerinde durduğumuz şey zenofobiydi; “kendinden olmayanı reddetmek duygusu”.

Ondan korkmak, tanımak istememek, tanımadan korkmak... Yani en sevmediğin yemek ne?

Pırasa! Hiç yedin mi? Yemedim. Bu çok garip değil mi? İnsanda da var bu.

Ben şunları sevmiyorum. Kaç tane şunlarda tanıdın. Ya da hayatın boyunca tanıdığın üç tane şuralıyla ya da şunluyla, şuralılar hakkında nasıl karar verebiliyorsun.

İşte şuradan adam çıkmaz vs. Hepimizin kulağına gelen cümleler.

Biz hayatımız boyunca bununla mücadele ettik. Hayatımız boyunca anlatmaya çalıştığımız şey hep buydu.

Bir insanın neye inandığı, nasıl giyindiği, teninin gözünün rengi, saçının sakalının bıyığının şekli, bunlara o kadar çok takılıyoruz ki.

Bu ön yargıların, bu çöp bilgilerin hiçbir geçerliliğinin olmadığını düşünüyorum.

Cengiz TORAMAN:

“Bu oyunu yazmaya Troya Sergisi’nde karar verdim”

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi sizde nasıl başladı?

Aslında tuhaf bir başlangıç noktası var. Genel olarak oyunların bende nerede başladığını pek hatırlamam.

Çünkü oyun bir demleme sürecidir. Fakat bu oyunun nerede başladığını çok net hatırlıyorum. 

İstanbul’da Galatasaray’da Yapı Kredi Sergi Salonu’nda bir Troya Sergisi vardı.

Eşimle beraber onu gezmeye gitmiştik. Orada bir camekan içinde İlyada’yı gördüm.

Tabii ki Troya Savaşı’nı anlatan bir eser. Yanılmıyorsam yedinci ya da sekizinci katı kazılıyordu, yeni buluntular vardı sergide.

Bunu niye buraya koymuşlar diye merakla yaklaştığımda, Fatih Sultan Mehmet’in okuduğu İlyada olduğunu fark ettim.

Ve hayretim daha da arttı. Kenarına çeşitli dillerde notlar alınmış. Ve kafamda bir şey oluştu.

Yani o zamana kadarki ilgim, okumam ve düşündüklerim vardı tabii ki.

Ama ilk kez bu sergide, Çanakkale’de gerçekleşen Troya Savaşı’nın da oranın yerlileri ve işgale gelenler açısından tarihsel bir çizelge olduğunu fark ettim.

Buralılar ve dışarlıklar gibi bir kavram üzerinden düşünmeye başladım.

Fatih Sultan Mehmet’in İlyada’yı okuduğunu bilmek ve o duyguyla aslında İstanbul’a yürüyüşünü bağlamak çok ilginç geldi.

Daha sonra bunu biraz ilerleterek, bu kitabı mutlaka Mustafa Kemal Atatürk’ün de okumuş olabileceğini düşündüm.

O zaman Çanakkale Savaşı’nda Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın da aslında bu denklem üzerinden bir duygusu olabileceğini düşündüm.

Aslında kendini tekrar eden bir tarih gibi bir hal var ortada. Yani bu toprakların öyle bir kaderi var tabii.

Nasıl bir kader bu?

Hocalarımızdan biri derdi ki, dünyadaki bütün yarım adalar üzüm salkımı şeklinde kuzeyden güneye doğrudur.

Bir tek Anadolu yakası doğudan batıya doğru uzanır. O yüzden de başı beladan kurtulmaz.

Bunu sezdiğim anda içimde bir kıvılcım hissettim. Aslında bu oyunun ilk kıvılcımı orada yandı.

Nasıl inşa ederim konusuysa, yıllara yayılan bir çalışmanın sonucu.

Benim yazdığım metinler de genelde böyle oluşuyor. Aslında tohumu çok önce ekilmiş oluyor o toprak içinde filizleniyor.

Bambu ağacı gibi biraz zaman geçiyor, yıllar geçiyor ve bir anda hızla gövde veriyor boy atıyor gibi oluyor.

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikâyesi oyunu için de buna benzer bir süreç yaşadım.

Kendi yazdığınız metne bir yönetmen olarak nasıl yaklaştınız?

Tiyatroda biliyorsunuz bir söz vardır; en iyi yazar ölü yazardır, diye.

Ben kendi yazdığım metni sahneye koyduğum için öncelikle yazarı öldürmeye gayret ediyorum.

Çünkü insanın eline kalemi alıp defterin başına oturduğundaki hisleri ile bir yönetmen koltuğuna oturup sahnedeki eylemi yöneten kişinin hissi arasında oldukça fark var. 

Yazarken bu oyunun en nihayetinde sahneleneceğini öngörerek yazıyoruz.

Ama yine de sahne insana her zaman kendi denklemini dayatıyor.

Çünkü yazarken belli bir oyuncu oynasın ya da işte belli bir tiyatroda yapılsın gibi düşüncelerle yazmıyorsunuz.

Tabii öyle yazdığımız oyunlar da oluyor. Ama bu oyun öyle bir oyun değil.

Bir anlamda yazarken şunu hayal ediyorsunuz, burada şöyle çapta bir oyuncu olması lazım.

Bir de ben kendi metinleri üzerinde özgürce oynayabilen bir yazarım.

Belli bölümleri hariç hiç acımadan kırpıp atarım yeni bölümler yazarım, dönüştürürüm, değiştiririm, bu tarz bir tiyatro en nihayetinde bu tür bir çalışmayı da gerekli kılıyor.

Yönetmen olarak baktığımda oyuna aslında kendim yazmamış gibi benden bağımsız bir metinmiş gibi algıladığım zaman oluyor.

Hatta espriyle karışık provada yazara selam söylediğimiz yerler oluyor.

Bunu nasıl yazmış, bunu nasıl sahneleyelim, diye. Ben geç yatan erken kalkan biriyim.

Aslında bu tarz bir çalışma birçok bakımdan güçlükler ve yoğunluk istese de, bunları yetiştirecek zamanı buluyorum.

Oyun, metin olarak geleneksel bir form olan meddahı merkeze alarak, seyirciye farklı bir seyirlik sunuyor.

Sizin geleneksel forma yaklaşımınız bir yazar ve yönetmen olarak nasıldır?

Bu konu benim yıllardır hemhal olduğum meselelerden biridir.

Sanatta yaratıcılık kavramıyla birlikte düşünülmesi gerekiyor.

Geleneksel ile modern arasındaki bağlantıyı önemsiyorum. Çok değerli bir hocamızın şöyle bir tanımı vardı.

“Yaratıcılık, görenin gördüğünde hemen tanıdığı ama görünceye kadar öyle olabileceğini aklına getirmediği şeyi aklına getirmektir” derdi.

Bu tanım benim rehberimdir. Gerçekten bu anlamda sadece sanat alanında değil, herhangi bir sektörde cümle kurabilmenin ilk koşulu sırtımızı sağlam bir geleneğe yaslamak ve yüzümüzü yeniye çevirmek olduğunu düşünüyorum.

Burada geleneksele sırtımızı yaslamaktan kastım, elbette meselesi açısından, ele alışını ve estetiği açısından yenilik arayışıdır.

Müzelik işlerden bahsetmiyorum tabii ki. Bazen bu tarz çalışmalar da olabilir ancak bunların sanat tarihi açısından daha değerli olduğunu düşünüyorum.

Ben çok çeşitli referanslarla oyunlara yaklaşıyorum. Benim için en önemli referans şudur, yaptığım oyunlarda seyircinin sıkılmasını istemem.

Peter Brook da böyle düşünür, seyircinin sıkılması bence tiyatro içinde olan insanlar için de önemli bir rehberdir.

Seyirci oyunda sıkılıyorsa yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir.

Öyleyse de meseleyi ele alış şeklimizi, formumuzu, estetiğimizi gözden geçirmemiz gerekir.

Bu anlamda ben geleneksel, modern ya da avangard tiyatroya eşit mesafede duruyorum.

Seyirciyi ne gibi sürprizler bekliyor?

Bir sanat eseri ile ilişki kurmak sanki bir bilinmeze yapılan maceralı bir yolculuk gibi.

Ben bir sergiye, müzeye, sinemaya yahut tiyatroya gideceğim zaman çok heyecanlanırım.

Bunlar bizi biraz eski çağın insanı mı yapıyor? Gençler de böyle hissediyor mu?

Ben yazarken, yönetirken ve bir oyun düzlemi kurarken, ayrılıkların değil benzerliklerin vurgulanmasının daha büyüleyici olduğunu düşünüyorum.

Yani bizi biz yapan öznel nitelikler elbette daha önemli.

Seyircimiz oyundan biraz buruk tatlı bir tebessüm ile çıkarsa, hiç konuşmadığı komşusuyla aynı asansöre bindiğinde, “günaydın” derse, benim için oyunun hayata dair amacı hâsıl olmuş olur.

Yani zaten hepimizin hayatı zor, bu hayattan çalınmış bir saatte, biz sanatçılara armağan edilmiş bu süreyi en iyi şekilde değerlendirmişsek, seyircilerimizin yüzünde o mutluluk duygusu baki ise ve hayatta da bir etki ve değişimi başarabiliyorsak üzerimize düşeni yapmışız demektir.

Bugün pandemi var, yoksulluk var, ekonomik sıkıntılar var, çocuklar okula gidemiyor, savaş tehditleri, ulusal gerilimler vs… fakat yaşadığımız bir hayat da var.

Kaçırdığımız sevgi fırsatları var, aşk fırsatları var, çocuklarımızla bir arada geçirebileceğimiz kaliteli zamanlar var.

Belki bunları hatırlatıp içimizdeki iyilik tozunu yeniden üretebilme cesaretini elde ederiz.

Rüstemoğlu Cemal’in Tuhaf Hikayesi!.. Bu isme nasıl karar verdiniz?

Ben genellikle oyunlarımın ismini oyun bittikten sonra koyuyorum.

Yazarken genelde aklımda bir isim olmuyor. Anlatılan Senin Hikâyendir metni bir seneye yakın bir zaman, “metinler dosyası” olarak kaldı.

Daha sonradan bu isme karar verdik. Ad koymakta biraz zorlanıyorum.

Bir yazar olarak bir oyunun ismini çok önemli görüyorum. Bu oyunun ismi de bu anlamda sona kaldı.

Metni bitirdim ve genelde yaptığım gibi biraz demlemeye bıraktım.

Bir ay sonra tekrar metni elime aldığımda, “Ya bu hikâye çok tuhaf olmuş” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Zaman açısından da mekân açısından da kişileri açısından da tuhaf bir hikâye gerçekten…

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.