Zuhal Olcay... 'ZAMAN VE YAŞ, KUTSAL OLDUĞU KADAR LANETLİ BİR İKİLİ!'

Zuhal Olcay... 'ZAMAN VE YAŞ, KUTSAL OLDUĞU KADAR LANETLİ BİR İKİLİ!'

Başarlı sanatçı Zuhal Olcay, L'official dergisi Mayıs sayısına bir röportaj vererek kapak oldu.

Sabah 05:25 uçağıyla İstanbul’a uçacağım. Görev büyük. Zuhal Olcay ile kapak çekeceğiz.

Uçağa binerken heyecanımı yatıştırmanın yollarını arıyorum.

Spotify’daki “This Is Zuhal Olcay” playlist’ini dinlemekte buluyorum çareyi. İyi geliyor…

Yalnızlığım’dan Tango’ya, İyisin’den Yine Aşk Var’a her şarkısı başınız sıkıştığında telefonunuzu daha ilk çalışında açan en özel dost gibi…

Dile getirmeme gerek yok, hepimizin malumu, sesi bir yönetmen gücünde.

O şarkı söylemeye başladığında zihninizdeki, anılarınızdaki hatta hayallerinizdeki görüntüler onun ritmiyle, hissiyle yönleniyor.

Bir bakıyorsunuz sessiz sedasız kalbinizin üstüne oturuvermiş çocukluk, bir bakıyorsunuz hatıralarınızın arasından birdenbire çıkıverip gelmiş ilk aşk…

Ankara’da hiç aşık olmamışlara bile sanki olmuş gibi hissettiriyor.

Televizyon ekranı, beyazperde ve tiyatro sahnesindeki eşsiz oyunculuğu da keza öyle.

Gizli Yüz, Hiçbir Yerde, Dünden Sonra Yarından Önce ilk aklıma gelenler…

Dizi setinde yoğun saatler geçirmesine rağmen yüzündeki tebessüm ve tüm enerjisiyle teşrif ediyor stüdyoya.

Ayaküstü merhabalaştıktan sonra kulise geçiyor.

Hayatımda gördüğüm en mütevazı kulis listesine sahip.

Su, soda, kupa bardak, muz ağırlıklı meyve salatası ve biraz kuru yemiş…

Bu liste hayatı ne kadar yalın, katıksız ve sahici yaşadığını gösteriyor aslında. Tabii okumayı bilene.

Kimseden esirgemiyor selamını. Sette bulunan herkesin halini hatırını soruyor.

Olcay’ın menajerliğini üstlenen Must Entertainment’ın sahibi Mustafa Bey (Elibol), “Enerjisi tutarsa, kendini iyi hissederse saatlerce kalır sette” diye minik bir ipucu veriyor çekim başlamadan önce.

İlk merhabanın tılsımına inanan biri olarak, Zuhal Olcay ile enerjimizin ortak bir frekansta buluştuğunu hissediyorum. İçim rahat.

Zaman mefhumumuzu giderek yitirdiğimiz bir düzen ve zamanı dahi tüketip yok etmeye alıştırıldığımız bir sistemde, 100. sayımız olan Mayıs sayımızı zamansızlığa adıyoruz.

Zamanla tükenmeyen, zamandan bağımsız var olabilen, zamanın ötesinde her fikre ve her kişiye…

Bu tarife en uygun isim ile karşı karşıyayım. Zamansızlığın ilham olduğu bir sayıda, Olcay ile yan yana gelmişken kendisinin zaman ile kurduğu ilişkiyi merak ediyorum.

“Zamanı kullanırken bazen kendimi çok iyi, bazen de felaket buluyorum.

Aceleciyim, ayrıntıcıyım ve biraz hiperim. Zamanın önünde gidiyorum. Koşuyorum hep.

Kendimi denetlemeye de çalışıyorum elbet. ‘Dur, anda kal, anı yaşa!’ diyorum ama nafile. Zamanın önünde koşturan bir tipim maalesef.”

“Yoksa anda eksik bulduğunuz bir şeyler mi var?” diyorum sesli düşünerek.

“Hangimiz anda tamız ki? Anda tam olmak çok uzun eğitimlerin, çalışmaların sonucunda olabilecek bir şey.

Nadir de olsa anda tam hissettiğim oluyor. Tadını çıkarmaya bakmak lazım.

İnsan dediğin sürekli anlam peşinde koştuğunu düşünen ama pek de anlamla işi olmayan tuhaf bir varlık.”

Londra’da keşfettiğim ve daha sonra başucumdan hiç eksik etmediğim bir kitap vardı, İngiliz müzik yazarı Simon Reynolds’ın yazdığı “Retromania: Pop Culture’s Addiction to Its Own Past”.

Özetle pop müziğin geçmişe olan bağımlılığının yaratıcılığını öldürdüğünü ve yeni şeyler söylemeyi kısıtladığını düşünür Reynolds.

Zaman ve geçmiş ilişkisinde çok geçerli bulurum bu teoriyi.

Zamane tüketim alışkanlıklarına baktığımızda da sürekli geçmişe bir özlem duyuyoruz.

Bizden önceki kuşaklar kendi dönemlerini, bizler kendi zamanımızı ve şu anki yeni nesil de muhtemelen bugünleri özleyecek ileride.

Pop müzik gibi geçmişe bağımlıyız bir şekilde. “Ben de bununla ilgili bir şeyler okuyorum” diyor Olcay.

“Evet, biz de beş yıl sonra bugünü özleyeceğiz. Geçmişte içindeyken kahroluyorum, ölüyorum, bitiyorum dediğimiz anlar vardır.

Kimi evini kaybetmiştir, kimi sevgilisinden ayrılmıştır, gerçekten büyük acılar yaşamıştır ve 10 yıl sonra dönüp baktığında, ‘O kadar da kötü değilmiş ya, acı çekerken bile mutluyduk, tatlıydık’ diyebiliyor insan. Tamamen bir kandırmaca yani…”

“Peki tüketimin dibine vurduğumuz bir dönemde, geçmişi de tüketebilir miyiz sizce?”

“Geçmiş tükenmez” diyor ve ekliyor: “Bundan iki yıl önce geçmişte olan bir şeye verdiğim anlam iki yıl sonra değişiyor ve bütün hikayeyi baştan aşağı yeniden yazmak durumunda kalıyorsun.

Anlam yüklediğin olayların hakikatte öyle olmadığını görüyorsun. Bunda da yanılabilirsin.

İnsan denen bu kompleks yaratık hem her şeyi çok hızlı tüketip hem de o beynini didik didik eden şeyleri tüketmelere doymuyor.”

Zaman kavuşturduğu kadar ayırıyor da. Kendi yaşadıklarımızla aramıza bir mesafe koyuyor.

İyi de oluyor. Bu konuda hemfikiriz.

“Sürekli değişen bir varlığız. Yaşlandıkça iyiye evirileceğiz diye bir şey yok.

İşte bu farkındalık bizim en büyük lanetimiz aslında. Çünkü çok acı çekiyor insan, çok!

Bazen dümdüz kütük gibi olmanın nimetlerinden niye yararlanamıyoruz diye düşünüyorum.

Kendimi özel bir yere koyduğumdan değil ama duyarlı olmak, farkındalıkla dünyaya bakmak insanı çok hırpalıyor ve yoruyor.”

Zaman ve yaş. Kutsal olduğu kadar lanetli bir ikili. Özellikle kadınlar için.

Sinema ve televizyon sektörünün en büyük sorunlarından biri “ageism”, yani yaş ayrımcılığı. Dayatılan formül korkunç.

Yaş almanın kadını kutsallaştırdığı sistematik bir döngüden söz ediyoruz.

Genç bir kadın olarak önce seksapelinle gündeme geliyorsun, bilgeliğin elinden alınıyor.

Sonra da güya seksapelin bitiyor ve o noktada müthiş bir bilgelik tacı takılıyor.

“O kadar güzel tarif ettin ki İnan’cım. Bu kadar zorbalık olabilir mi? Resmen yaş zorbalığı!

Film sektöründe ve tiyatroda oynadığın roller bile değişiyor. Gerçi tiyatroda biraz daha şanslıyız.

Neyse ki Hollywood bu konuda biraz uyanmaya başladı. Umarım bunun dalgası buraya da gelir.

Kendi adıma hepsini inkar ediyorum. Ne bilgeliğimden ne de seksapelimden sistemin dayatmasıyla bir şey kaybetmem. Seksi insan da bilge olabilir, bilge insan da seksi olabilir.

Yaş almanın, yaşlanmanın hiçbir kötü tarafı yok. Tam tersine daha imtiyazlı olabiliyorsun. Çok zevkli bir şey. Bütün bu rollerden çok sıkılıyorum!”

“İşte tam da bu yüzden kapak kızımız sizsiniz” diyorum coşkuyla.

“Bu konuda senin ve bu teklifi getiren insanların farkındalığı olması bile dünyada bir şeylerin ufak da olsa değişmeye başladığının kanıtı” diyor umudu asla yitirmememiz gerektiğinin altını çizerek. “Enseyi ne kadar karartırsak karartalım umut şart!”

Sinema ve televizyon sektörünün yapımcıların elinde tekelleştiğinden bahsediyor Olcay.

“50’sini aşmış bir kadının varoluş meselelerini sorgulaması ya da seks hayatı ya da yeniden aşık olması...

50 yaşında bir kadının her şeyi bırakıp bambaşka bir hayata yöneldiğini ve arzu ettiği gibi yaşadığı bir senaryo düşün.

Kim seyredecek bunu? Tamamen kültür politikalarının sonucunda oluşmuş bir durum.

Yapımcılar ellerini taşın altına koyabilirler ama koymuyorlar. Çünkü hazır olan alıcı bir kitle var ve o kitlenin neyi alacağı belli.

Nihayetinde reklamla dönüyor bu iş. Niye riske girsin? Kapitalist düzen böyle.

Ufak da olsa bir hareketlenme, değişim görüyorum. Ama bizim gibi bu sektörün içinde üreten, düşünen insanların bıkmadan usanmadan bunları dile getirmesi, kafalarda soru işareti oluşturması lazım. Yolumuz uzun bir yol.”

Olcay’ı dinledikçe deneyim ve tecrübenin kıymetini bir kez daha anlıyorum. “Artık tecrübe edinmeyi önemsemez mi olduk? Tecrübe saygınlığını mı yitirdi sizce?”

“Etrafımda gördüğüm, birlikte çalıştığım genç arkadaşlarım müthiş saygı ve hayranlık duyuyorlar fakat deneyimimden gerçekten yararlanmak istiyorlar mı, bilmiyorum.

Çünkü gençlikte ‘ben her şeyin doğrusunu, en güzelini biliyorum’ dedirten bir heyecan vardır. Büyük hayranı olduğum Ingmar Bergman’ın Wild Strawberries (Yaban Çilekleri) filmi bu konuştuklarımızı o kadar iyi özetliyor ki.

İzlemediysen mutlaka izle. İçerisinde yüksek dozda  geçmiş ve varoluşsal sancılar barındırır.

Filmde şöyle bir replik geçer: ‘Ya dinlemeyeceksiniz ya da tahammül edeceksiniz’.

Bu replikten yola çıkarak diyebilirim ki günün sonunda zeki olanlar söylenenleri dinlemez, aptal olanlar da anlamaz.

Bir de saygı duymaları öğretildiği için saygı duyuyorlar bence. Mesela duayen diyorlar… Duayen nedir?

O lafları da sevmiyorum… Meslektaşız sonuçta. Gel, senden öğrenmem gereken bir şey varsa ben öğreneyim ama sen de benden öğrenmek için biraz çabala.

Fakat zaman olumsuz anlamda bazı şeyleri dumura uğrattı.

Para kazanmak, şöhret olmak, takipçi sayısı artırmak günümüzün kaçınılmaz değer yargıları maalesef.”

Bu cümleleri duymak bile müthiş bir tecrübe. Galiba artık bireysel bir yolculuğa çıkmıyoruz.

Her birimizin hayatı tasarlanmış yolculuklarla dolu.

O tasarlanmış yolda yürüdüğümüzde kıymetli bir iş yaptığımızı sanıyoruz, çünkü onu gösteriyoruz.

Hep vitrinde yaşıyoruz. “Bir sahneyi çekmek ve bir metni çalışmak o kadar zor bir şeydir ki.

Ter akıtmak lazım, zaman harcamak lazım. Kimsenin böyle bir zamanı yok, nereye koşuyorsak…

İklim dahil her şey tuhaf bir yozlaşmaya doğru gidiyor. Bu hızla gidersek 2050 yılında küresel ısınma yüzünden hayat kalmayacak.

Bütün bu olup bitenler içinde bugünün genç nüfusunun kendilerine yatırım yapmalarını beklemek belki de çok fazla iyimser bir bakış açısı.

Diğer yandan da beklentimiz büyük. Onlardan dünyayı kurtarmalarını istiyoruz.”

Öyle ya dünyayı kurtarmak için hayal kurmak şart.

Özellikle böyle zor coğrafyalarda gençliğin hayal kurma yeteneğini kaybettiğine üzülerek tanıklık ediyor insan.

“Hayal kurmayı bıraktılar, çünkü hayal kuramayacak kadar bozkırdalar” diyor Olcay.

Bu gerçeğin sertliğini biraz olsun törpülemek adına çocukluğunda kurduğu hayallerden dem vuralım istiyorum. “Ben sade ve sadece oyuncu olmak istedim.

Ailemde konservatuvarlı insanlar vardı ve konservatuvar denilen o mektebi çok küçük yaşta tanıdım.

İlkokul ikinci sınıfta Ankara’ya gittim. Teyzem Ankara Devlet Konservatuvarı’nda piyano hocasıydı.

Kuzenlerimden biri Opera Bölümü’nde okuyordu.

O okulu görünce aşık oldum ve ilkokul ikinci sınıfta oyuncu olmaya karar verdim. Hiçbir şey tesadüfen olmadı yani.”

Tatlı bir sitemle karışık, bu yolculukta müziği biraz geç keşfettiğini hatırlatıyorum Olcay’a, kendisinden daha çok şarkı, daha çok albüm dinleme beklentisiyle.

“Çocukluğumdan beri deli gibi şarkı söylüyorum. Hiç susturamazlardı beni. Haklısın.

Profesyonel olarak 1989 yılında, Evita müzikaliyle başladı şarkıcılık kariyerim.

O performanstan sonra albüm teklifi geldi. İyi ki de olmuş. Birçok disiplinde varlığımı sürdürebilmemi bir şans olarak görüyorum.”

Tek başına, bir kadın olarak salt yeteneğiyle yıllardır bu varlığı sürdürebilmek ayakta alkışlanası bir cesaret ve kariyer örneği aynı zamanda. “Elimde olan tek şey o! Bir de kişiliğim” diye cevap veriyor.

“Sanat çok aktivist bir şey. Türkiye’de sanatın aktivist ruhu törpüleniyor. İnsanlar seslerini çıkaramaz oldular.

İnsan hakları, kadın hakları, temel haklar… Sanat hepsinin sözü, sözcüsü olmalı. Siz bunun en güzel örneğisiniz.”

“Sahneye çıkıp bağıra bağıra slogan atmak da bir tercih ama bir oyuncu bir rolü ya da o rol içindeki karakterin sözlerini öyle bir söyler ki üç sayfalık politik bir konuşmanın, tüm atılan sloganların çok daha üstünde etki yaratabilir. Sanatın gücü burada zaten.”

Siyah Valentino elbisesiyle poz verdiği kapak karesi Olcay’ın tasvir ettiği aktivist ruhun en güzel örneği.

Hissederek bakarsanız, Olcay tek bir karede çok şey anlatıyor.

Kadınların hayallerini, bedenlerini, hayatlarını bağlamaya çalışan kara zihniyetlere karşı bir direnç gösteriyor.

“Bu hissetmekle alakalı bir şey. Düşünen, hisseden bir insan onu bir şekilde açığa çıkarır eğer sanatçıysa.

Bir odada iki sayfalık bir monolog okursun, içerisinde siyasal hiçbir şey yoktur ama dünyanın en politik iki sayfalık sahnesini  oynamışsındır.

Bu anlamda biraz kısırız biz. Daha fazla Türk yazarlarımız, yönetmenlerimiz olmalı.

Daha çok üretmeliyiz, daha çok sesimiz çıkmalı ama çıkmamasına da kızamıyorum.”

Benzer coğrafyayı paylaşan ülkelere bakınca yaratıcılığın en ağır koşullarda bile kendini parlatacak bir ışık sızıntısı bulabileceğine ikna oluyoruz ikimiz de.

“Belki de hikayemizi doğru okuyabilen bir toplum değiliz. Dayatılan hikayeler ve tarih yüzünden yüzleşemiyoruz.

İnsan kendi gerçeğini keşfedemeyince gerçeğinden beslenip üretemiyor da” diyorum.

“Yüzleşmek için bir şeyler üretmeye çalışanları da cezalandırıyorlar, en acısı bu” diyor.

Anlayacağınız yumurta tavuk, tavuk yumurta meselesi.

Gelelim insanın en umutlu, en romantik, belki de en deli hissettiği mevzuya:

Aşk! Olcay’ın geçmiş röportajlarından birinde söylediği “Aşk zamanla bitmeli yoksa ölürsün” cümlesi müthiş bir aydınlanmaya sebep oldu bende, bitiremeyenler ve mütemadiyen ölenler kervanıyla yürüyen biri olarak.

“İstesek de istemesek de maalesef bitiyor. Aslında aşk dediğin şey bir başkasının arzu nesnesi olmak bir yanıyla.

Karşılıklı arzu var ise tadından yenmiyor. Eskiden bitecek diye doya doya yaşayamazdım.

‘Bitecekse bitecek, biliyoruz biteceğini. Yaşa gitsin’ diyorum artık. Ama kendine kara sevdalı insanlar var ya.

İşte onlara dikkat! O çukura düşmemek lazım. Sonu hayal kırıklığı.

Geçiyor ama derin kara delikler bırakarak geçiyor. İnsan öyle garip bir şey ki…

Hala vahşiyiz! Mutlaka onun faturasını başka bir yerden çıkarıyoruz.

Biz de başka bir yerde bir hayal kırıklığı yaratıyoruz.

Birisi bizde bir kara delik açıyor, sonra biz gidip başka birinin kalbinde daha büyük bir kara delik açıp cinayetimizi işleyip yürüyoruz. Dürüst olalım!”

“Başa çıkmanın bir formülü var mı?” diyorum. Olcay’ın reçetesi hazır. “Aşk bitiyor diye üzülmemek lazım.

Eğer güzel bir tamamlanmaysa, o duygunun sevgiye, birbirini kollamaya, sırt sırta vermeye dönüşmesi de çok değerli. Önemsememek gerekiyor.”

Zamandan konuştuk, sanattan, umuttan, umutsuzluktan, hayal kırıklığından, hayattan ve aşktan.

Son olarak kendisiyle baş başa kaldığında neler yaptığını soruyorum.

“Son derece sıradan bir hayatım var. Sabah kahvaltısı ve spor olmazsa olmazım.

Yaz kış yüzüyorum. Yürüyüş yapmayı asla ihmal etmiyorum. Bir de deli gibi kitap okuyup film izliyorum.

Yalnızlığı da çok seven biriyim bu arada. Tek başıma dünyanın bir ucuna gidebilirim.”

Pandemi biter bitmez de Berlin’e ve Londra’ya gitmek istediğini söylüyor. Hindistan ve Japonya da seyahat listesinde. Londra’da en çok Leicester Square ve King’s Road’daki pub’larda keyif aldığını anlatıyor.

Özlediği her halinden belli. Londra’da buluşmak üzere sözleşerek ayrılıyoruz.

“Zincirleme bir pub turu yaparız, bir pub yetmez!” diyor. Size de bir çekim, bir sayı, bir röportaj yetmez…

 

 

 

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.